31 Temmuz 2010 Cumartesi

iki gün, iki film

110 günlük van deneyiminde artık sıra "filmi sinemada (sinema salonu anlamında - teşbih) izlemek gerekir" başlığına gelmişti. açıkçası bu başlık için bir süredir adam gibi bir film gelmesini bekliyordum ne yalan söyliyim. bu konuda doğru tercihi, dün itibariyle christopher nolan'ın son çalışması "inception"la gerçekleştirdim. filmin konusuna dair hiçbir bilgi sahibi olmadan, sadece yönetmen ve başrolünü bilerek gittim. bu koşulun sağlandığı durumlarda, genelde olduğu gibi yine acaip keyif almış, beynim tokatlanmış bir şekilde terkettim salonu.


uzun süredir hem yönetmenliğinden, hem oyuncu kadrosu ve performanslarından, hem de senaryosundan bu kadar tatmin olduğum bir film hatırlamıyorum desem abartı olmaz. filme dair uzun uzun zırvalamak yerine, sadece bolca tavsiye ediyorum. özellikle Leonardo DiCaprio ve Joseph Gordon-Levitt faktöründen ötürü genç kızlara, temelinde yatan bilinçaltı ve mimari hikayelerinden ötürü de sosyal bilimlerle ilgilenenlere ve mimarlara ciddi anlamda öneriyorum bu filmi. hatta siz, an itibariyle büyük şehirlerde yaşayanlara bu filmi imax teknolojisinin imkanlarıyla izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. bilhassa bazı özel sahneleri için keyfin doruklarına ulaşacağınızı iddia bile ediyorum utanmadan.

ne? biri escher mi dedi?

hemen bir gün sonra, daha az aksiyonlu ama bir o kadar karanlık bir film izleyerek haftasonumu karartma kararı aldım. ve oturup roman polanski'nin bu filmle berlin'den kazandığı gümüş ayı ödülünü, isviçredeki ev hapsinden çıkamadığı için alamadığı son çalışması "the ghost writer"ı izledim. robert harris tarafından kaleme alınmış; eski bir ingiliz başbakanının hayat öyküsünü yazmak için, halefinin intiharı üzerine tutulan bir hayalet yazarın (ki bu filmle öğrendim başkalarının biografilerini yazanlar için böyle bir tabir kullanıldığını) kitabı toparlama sürecinde yaşadığı gergin olayları anlatıyor film.


hikayede bahsi geçen eski ingiliz başbakanı adam lang olarak şifrelenmiş olsa da, richard harris'in bu kitapta tony blair'in hayatını anlattığını savunan bir çok yazıya denk geldim. Ewan McGregor hayalet yazar rolünde oldukça başarılı bir portre sergilerken; eski başbakanı son Bond'lardan Pierce Brosnan oynuyor. oyuncuların ve yönetmenin performansına ek olarak, hikayenin satır aralarında hissedilen gergin noktalar da filmin etkileyici gücünü arttırıyor. bilhassa hitchcock tarzı gerilimden hoşlananlara kafadan tavsiye ederim.

insan koskoca eski ingiliz başbakanına kafa tutar mı? o insan değil; obi van!

16 Temmuz 2010 Cuma

bir dünya kupası daha geçti gitti

nerdeyse 1994'de kuzey amerika'da gerçekleştirilen finallerden beri heyecan, keyif ve bilinçle takip ettiğim dünya kupası bu yaz sıcağında, kış şartlarının baş gösterdiği güney afrika'da başladı, şafaktan bir ay gibi ciddi bir süre attırdı, ve maalesef bitti.

dünya kupası böyle başlamıştı

genel olarak seyircide nefret uyandıran vuvuzela seslerinin, hakemlerin ciddi hatalarının(offside'dan atılan ve offside diye verilmeyen golleri unutmayalım, unutturmayalım!), güney amerika takımlarının başarısızlıklarının (uruguay'ı ayrı tutuyorum ki favorilerimdendi) ön plana çıktığı bir dünya kupası final serisi izledik. sonuç olarak oynadığı futbol ile ispanya'nın ipi göğüsleyerek; modern futbol anlayışında takım oyununun ve beraberinde katı savunma ile uyumlu orta saha futbolunun ne kadar önemli olduğunu kanıtladığı bir turnuva oldu bu sanırım. (futboldan çook anlarmışım gibi konuşmak da istemem doğrusu, ama söylediklerimde doğruluk payı var gibin)

sok g*tüne töbe töbe bir maç izlettirmediniz a.q.

2010 dünya kupası finallerini askeri şartlar altında takip ettiğimi düşüncek olursak (tepedeki fotoyu saymazsak) maçların içeriğinden, oynanan futboldan ve benzeri futbola dair konulardan ziyade maçların izlendiği karargah yemekhanesinde vuku bulan muhabbetlerin içerikleri, yaşananlar, vb. daha unutulmaz oldu benim için:

dünya kupası maçını izlemeyi 80 yapımı, dandik steve martin komedisi izlemeye tercih eden devrelerimle yaşadığım münakaşa, her kaçan pozisyonun ardından topluca kükrenen "amua koyim" nidaları, "ezilen toplumları destekleriz biz" mantığıyla sonuna kadar alkışlanan gana milli takımı, uruguay'lı forlan'ın her şutunda heyecanla yerimden zıplamam, başka bir devremin iddiada 3 maçı tutturarak bize ısmarladığı magnumlar, her maçın mutlaka 65.dakikalarında topluluk içinden çıkıp, "türkiye yok ya, hiç bi maç bi boka benzemiyor" atışında bulunan ve futboldan zerre çakmayan anonim eleman(lar), ve daha birçokları.

genç kızların gözdesi forlancan. beni de bi nebze heyecanlandırdığını(futboluyla tabi ki)itiraf etmem gerek :) e turnuvanın en iyi futbolcusu seçildi. boru değil!

keşke bitmeseydi, iyi ki burdayken oldu. askerlik anısıysa, al sana askerlik anısı. bu finalleri de artık asla unutmam. aynen 2006 finallerini asla unutmayacağım gibi.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

daha iyi bir zamanlama olamazdı.

dün gece nöbetin bitmesine 20dk kala (23:40) nihayet, bütün akşam dandik kanallarda bizi süründüren elemanın elinden kumandayı alabilmiştim. özlemle önce cnbc-e'ye, ardından hızla e2'ye baktım. ilkinde ne olduğunu hatırlamıyorum, ama e2'de jay leno'nun tekrarı vardı. "oh be uzun zaman olmuştu izlemeyeli" diyerek milleti anında tv'nin karşısından kaldıracak hareketi yapıp, izlemeye koyuldum. (herkes mi ingilizceden nefret eder askerde, altyazı takip edemez? e öle işte) neyse jay leno konuğum steve carell deyince ayrı bir sevindim ki o anda reklamlar giriverdi. tam duruma küfredicekken (ki saat 12 olunca nöbet bitiyo ve yemekhaneyi boşaltmak gerekiyor) bir süredir cumartesi geceleri 12 olunca e2'de yayınlanan "bored to death" isimli dizinin tanıtımıyla karşılaştım.



bir süredir devam eden sıkıcı durumumun vehameti ve bununla ilişkilendirilebilecek ismiyle olsun, başrol oyuncuları Jason Schwartzman (bilimum wes anderson çalışmasından hatırlanabilir) ve Zach Galifianakis (hangover'daki müthiş performansı unutulmamalıdır)'in şimdiye kadar ortaya koydukları işlere olan inancım olsun ve tabiki de bir hbo yapımı olmasıyla bu dizi sadece 1,5 dklık tanıtımıyla bir anda ilgimi çekti.

az önce ilk bölümü "stockholm syndorme"u izlememle de bünyede şu sıralar baş gösteren takip edilesi dizi eksikliğini ilk bölümüyle kapamaya aday oluverdi. konusu itibariyle vasat bir yazar olan Jonathan Ames (ki kendisi dizinin yaratıcısı da oluyor)'in çok fazla beyaz şarap ve marijuhana tüketmesi sonucu sevgilisinin kendisini terk etmesini takiben craigslist'e (who the fuck is craig?) özel dedektif olduğuna dair ilan vermesiyle birlikte olayların gelişimine şahit oluyoruz. (ne uzun ve düşük bir cümle olmuş)

sanırım her bölümde yeni bir olayı çözerken, bir yandan da sıçışlarda olan yazarlık kariyerine malzeme toparlaycak mr. ames. şu dizi bakımından kurak dönemde ilaç gibi geldi doğrusu. umarım ileriki bölümlerde ilgi çekiciliğini kaybetmez. şimdi 2. bölüm, "the alanon case"e başlıyorum. hadin hayırlısı.

diziyi gayet güzel anlatabilcek kare

7 Temmuz 2010 Çarşamba

nooldu bunlara yahu?

yaban ellerde, 90'ların ikinci yarısında patlak veren boyband, girlband çılgınlığı her tür, piyasaya yönelik "gavur" icadı gibi ülkemizi de etkilemişti hatırlarsanız. o dönemde patlak veren iki müthiş örneğimiz; dönemin acaip pop ikonu yoncimik'in zorlamasıyla mı desem, desteğiyle mi desem, "bir kaç iyi adam" ve "çıtır kızlar" olmuştu.

"birkaç iyi adam, gidiyordu "merkeze"
birkaç iyi adam, "öptürecekti" herkese"


diyebilirsiniz ki "ne alaka, nerden çıktı?" o da ayrı bir hikaye. şöyle ki google'dan nekropsinin yeni albümünün kapak görselini ararken karşıma birkaç iyi adam'ın yukarıdaki albüm kapağı çıktı.(google'da böyle yapıyorsa ben daha ne yapmiyim!) bunun üstüne retro bir hissiyatla "nasıldı bunların şarkıları yahu?" diye düşünmeye başladım sabah sabah. sözlerdeki zerafete, sanatsallığa gel:

Berbat bir gün geçirdik.Lastik filan patladı
Yağmur yağdı üstüme.Yeni gömleğim ıslandı.

Benim kızım başkasına benzemez.Geç kaldım diye üzülmez.
Yanıyordur dudakları. Benden başkası söndüremez.

"iyi kızlar cennete, kötü kızlar her yere(wtf?)
çıtır kızlar nereye, nereye de giderler?"


neyse kısa tutup, diyceğim o ki; nooldu bu "fenomenlere"?
neden tutunamadılar? oysa o kadar da kaliteli işler çıkarmışlardı zamanın koşullarına göre. (seriously?) var mı farklı düşünen?

5 Temmuz 2010 Pazartesi

adalılar işini bilir

ortaokuldayken bir adet din hocamız vardı bizim (hanginizin yoktu ki) kendisi hatta aynı dönem okulun müdürüydü de. neyse bu her ders 3x din kültürü ve ahlak bilgisinden bahsediyoduysa; kesin 2x'de İngilizlere bok atmakla, dünyadaki bütün kötülüklerin İngilizler tarafından hayata geçirildiğine bizi inandırmakla geçiriyodu zamanı. 3x'lik konuya zaten inanmadığım gibi, 2x'lik bölüm de hep canımı sıkardı bir şekil, ki daha o zamanlar pink floyd'du, beatles'dı, led zeppelin'di, radiohead'di de bilmezdik hani.

sonradan sonradan bunlarla ve daha birçoklarıyla tanışdık elbet o ya da bu vesilelerle. ama asıl soru bu saydıklarımdan ziyade, acep o hocamız hiç İngiliz komedisi, bilhassa dizi (sit-com) formatında, izlemiş miydi? bi çoğunuzun british humour olarak bileceği tarzdan; bu tarzın adamı soğuk kelime esprileriye (iklimden doğru diye düşünülebilir), taşı gediğine zart diye oturtan karakterleriyle kırıp geçirebilen örnekleriyle hiç haşır neşir olabilmiş miydi acaba? bu retorik soruların cevabını tabi ki hepimiz biliyoruz.

yine de ola ki aranızda da hala takip etmemiş olanlarınız var ise bu acaip işlerden bi iki bahsedip, uzaklaşıyim diyorum buralardan.

öncelikle amerikalıların erken farkedip ellerine geçirdikleri "the office" var tabi ki. ingiliz komedisinde son zamanların büyük dehalarından Ricky Gervais'in her türlü kamera önü ve arkasını şekillendirdiği bu gerçekçi ama bi o kadar fantastik ofis hikayesini henüz ingiltere'de 2.sezonunun tamamlanmasıyla birlikte amerikalılar ele geçirdi. ha onlar bu mirası kötü mü devam ettirdi? hiç de öyle diyemeyiz, keza Steve Carell Gervais'den aldığı bu müthiş karakteri daha da tepelere çıkarttı sanırım.



hangisi daha komik? bilemedim.

yine sayın Gervais'in "extras" isimli çalışması daha az ilgi çekmiş olsa da her bölümünde davet edilen misafir ünlüleriyle olsun, gerçekçi tavrıyla olsun kesinlikle takip edilmeye değer bir dizi.
3 sezon devam etmiş olan dizide film setlerinde çalışan figüranların gerçekçi hayatlarına girme imkanı buluyoruz. tabi bu işler, sayın Gervais'in nispeten Hollywood'a transferiyle daha ön plana çıkan çalışmalar. bi de geride kalmış olanlar söz konusu.

diziye konuk olmuş oyunculardan ufak bir seçme

ingilizler bu tarzda muhabbeti tadında bırakmayı da çok iyi biliyorlar. genelde 20 ila 30 dk. süren bölümlerin toplamı da 3 sezonu geçmiyor. bu tarza bir başka güzel örnek 2000 yapımı "black books" eksantirik, insan sevmeyen, kitap dükkanı sahibi bernard black'in(Dylan Moran) ilk bölümde yanına yardımcı olarak aldığı manny (Bill Bailey) ile beraber yaşadıkları gündelik maceralarına tanıklık ediyoruz. dizinin yaratıcısı da olan dylan moran 71 doğumlu bir irlandalı. yani ada'nın kanı onda da gayet mevcut.

"Don't you DARE use 'party' as a verb in this shop!"

bir başka takip edilesi çalışma, yine hollywood'la oldukça flört halinde olan Simon Pegg'in "spaced"i. bu dizide de sevgilisi tarafından evden atılan, çizgi roman çizeri Tim Bisley (Simon Pegg) ile kendine bir türlü yaşayabileceği bir ev bulamayan, yazar adayı Daisy Steiner(Jessica Hynes)'ın evli rolü oynayarak bir daire kiralamalarıyla başlayıp, çevrelerindeki diğer karakterlerle yaşadıkları maceraları izleyebiliyoruz. sürekli popüler kültür referanslarıyla dolu hikayenin bilhassa 2. sezonunda bu referansları bariz bir şekilde ekranın altında gösteriyor olmaları da oldukça keyifli.


"bu ikiliye dikkat etmek lazım!"

en ağır topları sona bıraktım tabi ki: ilki, Julian Barratt ve Noel Fielding ikilisinin müthiş karakterler Howard Moon ve Vince Noir olarak karşımıza çıktıkları "might boosh" bu acaip dizi içerik olarak iki hayvanat bahçesi görevlisinin başlarından geçen real ve sürreal olayların, oldukça başarılı bir kurguyla ekrana yansıtılmasından öteye gitmiyormuş gibi gözükse de her bölümde ikilinin duruma uygun olarak besteleyip, performe ettikleri farklı genre'lardan şarkılarla tam bir görsel ve işitsel şölene dönüşebiliyor. zaten bu ikili mevzu-bahis dizi projesi öncesinde beraber bir radyo programı ve akabinde çıktıkları stand-up turnesiyle adada isim yapmışlar. bizdeki müebbet muhabbet (bknz. cenk&erdem) kafalarındalar.

"Lost in the blinding whiteness of the tundra"

ikinci ve son olarak, ki en baştan beri bahsetmek istediğim; büyük bir şirketin IT bölümünde görev yapan 3 birbirinden alakasız karakterin traji-komik durumlarından bahseden "IT Crowd" dizisi. bir hafta, on gün önce 4.sezonuna başlayan dizi bilgisayardan hiç anlamayan bölüm başkanı Jen (Katherine Parkinson)'in konuya fransız yorumları ve sakarlıklarıyla; bilgisayar uzmanları Moss (Richard Ayoade) ve Roy (Chris O'Dowd)'un artık konuya iyice yabancılaşmış tavırları ve gündelik hayatta başlarından geçen komik olaylarla kırıp geçirebiliyor. bilhassa moss karakterinin anti-sosyal ve "normal"e göre problemli varoluşu ile roy'la oluşturduğu zıt tabanlı ekip ruhu bile bu diziyi takip etmek için yeterli sebep olarak düşünülebilir. bir dönem digitürkün hangisi olduğunu bilmediğim bir kanalında yayınlanan bu diziyi de "şiddetle" tavsiye ediyorum.


soldan: Moss, Jen, Roy

sonuçta bir çok konuda olduğu gibi adalılar bu işi de çok iyi biliyorlar ve uzun bir süredir de başarıyla sürdürmeye devam ediyorlar. yukarıda saydıklarım benim şimdiye kadar fark edip, takip ettiklerimden bir seçmeydi. eminim ki çok daha fazlası mevcut bu adamların ellerinde. bunların dışında sizin bildikleriniz varsa paylaşmaktan çekinmeyin lütfen. evet uzuncana bir blog entry'si olmuş ama umarım birilerinin işine yarar.

4 Temmuz 2010 Pazar

Jack Bauer'ı özleyen var mı?

geçtiğimiz mayıs sonlarında nihayet huzura eren jack bauer'ın 8 sezondur devam eden terörizm karşıtı maceralarını takip eden de, etmeyen de kendisinin ne kadar nev-i şahsına münhasır bir amerikan ajanı olduğunu bilir sanırım. günler ve saatler boyunca o bomba senin, bu başkana süikast girişimi benim koşuşturmuş; sürekli "thousands of lives are at stake" ve "you are gonna have to trust me on this" gibi beylik laflar edip, hayatlarımıza müthiş bir klişe olarak kazınmış bir karakter artık kendisi.

"madem emekli olduk sakalı da bırakırım artık!"

tabi konum bu değil, keza kendisi artık hafif hafif de olsa hayatlarımızdan çıkmaya başladı. gel gör ki jack bauer'ın ünlü sorgulama tekniklerinden haberi olmayan ve özlemeyen yoktur diye düşünüp, konuyla oldukça alakalı olduğuna kanaat getirdiğim bir filmden kısaca bahsedeceğim.

Unthinkable

şöyle ki filmimiz herhangi bir 24 sezon hikayesinin 1,5 saat içerisinde geçen versiyonu gibi. gayet B sınıfı bir yapım. kabaca konudan bahsetmek gerekirse; eski ordu mensubu, kafayı aşırı dincilikle bozmuş bir amerikalı'nın "3 şehire nükleer bomba koydum. gelin beni yakalayın, icabında işkence edin ama yerlerini size asla söylemem" durumundan ibaret. konu çok yavan gibi gözükse de hikaye ilerledikçe neyin etik, neyin gerekli olduğu klişe soruyla bol bol karşılaşıyoruz.

ama asıl bu filmin etkileyici unsuru; aşırı dinci terörist Steven Arthur Younger'ı canlandıran Michael Sheen'le, karşısındakinden her türlü bilgiyi, her türlü sorgulama metoduyla (biraz kibar oldu bu, bildiğin işkence işte) alabilceğine inanan Henry Herald 'H' Humphries karakterine hayat veren Samuel L. Jackson'ın müthiş oyunculukları olduğunu söylemem gerekir. bu ikisinin yanında kafa olarak sürekli arada kalmış fbi ajanı rolünde Carrie-Anne Moss'da işte idare eder bir görüntü çiziyor film boyunca.


"çizerim bak, nerde bombalar ulen!!!"

sonuç itibariyle, aranızda jack bauer'ı özleyen varsa ve çeşitli grafik işkence unsurlarına midesi dayanabilcekse bu filmi gayet de öneriyorum. ahandu filmin detaylı bilgisi için de kutsal sitelerimizden imdb sayfası. izleyin H'i ve jack bauer'ın yerine göre ne kadar da insaflı olduğunu farkedin.
"hakim bey millet kesiyo, biçiyo. siz halen benlen uğraşın. hem bu da mı gol değil?"