3 Aralık 2010 Cuma

güncelleme

olmuş baya bişiyler yazmayalı.
zaman da ilerlemiş yine sinsice.
hayatlar değişmiş (ve değişmekte), paylaşımlar evrilmiş(ve ya körelmiş)
ve ilerler olmuş bir çok şey. (bunun da bir ilüzyon olması çok beklenir sankim)

iki şey paylaşmak istiyorum alakalı alakasız:

birincisi bir kaç gün önce ortaya çıkan, abuk bir elemana dair kısa bir çalışma.
onun da aradığı ve bulamadığı bişiyler var.


düşündürücü

diğer mevzuysa hayli rahatsız edici (olduğu iddia edilse de ben gayet keyif aldım) bir güncel sanat performansına dair.

ilk defa contemporary 2010 kapsamında mardin'de gerçekleştirdiği 3 Kişiyle Evlilik çalışmasıyla tanıştığım, ve daha bir çok 'rahatsız edici' işinin olduğunu öğrendiğim, Şükran Moral'ın son performans çalışması olan 'Amemus'un izleyici/ röntgencilerinden biriydim dün akşam.


shocking!

mısır apartmanında bulunan casa dell'arte sanat galerisinde gerçekleşen 'Amemus' performansı, içerik olarak insan eliyle hazırlanmış bir ortamda (kırmızı perdelerle çevrili, merkezinde beyaz tüller içerisine yerleştirilmiş kırmızı bir yatak) iki kadının pek de samimi / gerçek hissettirmeyen sevişmelerinin; kırmızı perdeler ve yatağın üzerinde, fallus şeklinde gözüken kamera, fotoğraf makineleri ve seyircilerin gözleri tarafından kaydedilmesinden meydana geliyordu. sanatçının tasarladığı, izleyicide 'sarsıcı bir deneyim' yaratma amacı, kabaca 15dk süren bu performansın sonunda dönen geyikleri ve 'ciddi anlam kaygısı' muhabbetlerini göz önüne alırsak, yerini bulmuş gibiydi.


controversial

garip bakış açıları da geliştirilebilir sankim bu performansın üstünden. şöyle ki, amsterdamda, parisde insanların para vererek, sadece cinsel keyif alma amaçlı tükettikleri görsel bir performans şeklini ülkemizde 'güncel sanat performansı' adı altında yapıp, bununla seyircisini sarsmaya çalışan güncel sanatçılarımız var. tabi ki tartışmaya açık bir çok noktası olduğunun farkındayım, ama garip bir deneyim olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. kaldı ki odanın dizaynı ve performansın kendisi çok daha sembolik bir anlatım taşıyordu sankim benim anlamadığım. ve sonuçta insanların tepkilerini izlemek de gayet eğlenceliydi.

bakalım bu işin ürün olarak sonuçları nasıl olacak, merakla bekliyorum.

kısa sürede gelen edit: casadellarte galerisi tarafından yapılan açıklamaya göre yukarıda bahsi geçen Şükran Moral'in Amemus performansının görüntülerini içerecek olan sergi iptal edilmiştir.

daha önce de söylemişmiydim, mükemmel bir ülkede yaşıyoruz, bilhassa konu kültür-sanat çalışmaları olunca.

14 Eylül 2010 Salı

van'a veda...

bu son entry van sınırlarından yazılmış olan.
bitmez dediler, şafak sıkıştırır dediler; evet, hepsi oldu ama BİTTİ.
bir saat sonra evime dönüyorum.
takip eden herkese teşekkür ederim.
görüşmek üzere.

çatışmadan bir enstantane :P

9 Eylül 2010 Perşembe

Hudut Namus"tu"



biz nöbet tutana kadar!

4 Eylül 2010 Cumartesi

gözler kapandı...

bazen kapamak gerekiyor gözleri, üşüsek de, donsak da. yapabilcek bişey yok sanırım, keza sistem acımasız. o zaman ahmed arif'ten gelsin bütün üşüyenlere:

Seni, anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana.

Ard-arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarda gürül-gürül akan bir dünya...
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana
Bir bu yana...

Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza,
Bir kibrit çöpüne varana,
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.

Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamlardan,
Bir kadeh, bir cigara, dalıp gidene,
Seni anlatabilsem seni...
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini...

3 Eylül 2010 Cuma

"ölü havalar"ın hastasıyım

henüz keşfetmemiş olanlarınız için, 2009 yılında vücuda gelmiş bir süpergrup'dan dem vurmak istiyorum iki kelam: the dead weather

muhteviyatı itibariyle; white stripes ve the raconteurs'un, hatta abartmadan 21.yy'ın müzikal dehası jack white, the kills ikilisinden hatırlayacağınız hatun kişi Alison Mosshart, yine the raconteurs'un bass gitaristi Jack Lawrence ve queens of the stone age sabiti Dean Fertita'dan oluşuyor grup. jack white'ın ellerinde bagetlerle boy gösterdiği ikinci çalışması (ilki, alicia keys'le son bond filmi için ortaya koydukları another way to die isimli şarkıydı) olması açısından da gayet önemli buluyorum bu projeyi.










ekibe gel!


kuruluş hikayesi ise tam anlamıyla "bu piyasadaki kafa adamlarız, sen bize destek ol, biz de bir güzellik yaparız artık" muhabbetiyle anlatılabilir sanırım. şöyle ki, 2009 başlarında memphis'de bir the raconteurs performansı esnasında jack bey'in sesi kısılır. o esnada ortamda bulunan alison hanımdan, gruba Steady as She Goes ve Salute Your Solution şarkılarında eşlik etmesi istenir. sonuç jack white'ı aşırı derece memnun etmiş olacak ki kısa sürede gruptan bassçıyı da alıp "hadi bi stüdyoya gidelim, benim bir şarkım var. ben ve jack çalalım, sen de söylersin" diyerek stüdyonun yolunu tutarlar. oraya vardıklarında ne görsünler gitarı en az jack white kadar iyi (hatta belki daha da iyi, tartışılır) konuşturabilen dean fertita'da orda, oturmuş kafasına göre takılmakta.


tek şarkının kaydı amacıyla gidilen stüdyodan, temmuz 2009'da 11 şarkılık Horehound albümü çıkagelir. yırtıcı vokal partisyonlarına, konuşan gitarlar ve değişiklik gösteren ritmler de eklenince, Horehound 2009'un en ilgi çeken albümlerinden biri olurken; dead weather'da kendinden bolca söz ettirir duruma gelir kısa sürede.



mutlaka dinlenmeli:

i cut like a buffalo
treat me like your mother
3 birds





2009 sona ermeden (ekim) ekip hızını alamayıp, yeni albümün çalışmalarına başlar. bu çalışmalar sonucunda, ilk albümü şarkı yazımı, sözler ve hissiyat bakımından katlayan Sea of Cowards albümleri 2010 mayısında raflardaki yerini alır. projenin etkileri halen gözlemlenebilir haldeyken, ikinci albümle grup piyasa içerisindeki yerini sağlamlaştırır.



mutlaka dinlenmeli:

the difference between us
die by the drop
old mary





tarz olarak, en kaba tabiriyle alternatif rock icra eden dead weather'ın müziği için bolca garaj rock ve blues etkileşimli demek de yanlış olmayacaktır. jack white'ın white stripes ve the raconteurs ile ortaya koyduklarını ayrı ayrı beğenen biri olarak, dead weather'la beni tam kalbimden ve ruhumdan yakaladığını söyleyebilirim. son olarak grubun gelecek planlarına dair sorulan bir soruya, bassçı lawrence gayet açık yüreklilikle şöyle demiş:

"the band will either be recording or doing some more shows. I don't think we can stop; even if someone was too busy, nothing seems like it's going to be getting in the way of this. Our other bands are still alive, obviously, but this one is right up there. It doesn't feel like a side project or anything to us. It feels like a real band. And I think it's just getting better the more we get to play. "


dinleyin, dinletin!

düşününce...


şöyle diyor f.d.:

" ... kendi kendime şu yersiz soruyu sordum. Kolay elde edilmiş mutluluk mu, yoksa insanı yücelten acı mı daha iyi? Evet, hangisi daha iyi? "

acıyla, sıkıntıyla ilerliyor hayat. olgunlaşma da bunlar oldukça gerçekleşiyor sankim. yoksa hep mutlu, hep çocuk, hep ergen ol"abil"mek nereye kadar? bakmayın bana sıkıntı bastı içimi bir nebze. kısa sürede; hatta sabah 5-7 nöbetlerinde bitirdiğim bu eserden etkilendim oldukça sanırım. kendimi de bir nevi "yeraltı" mahlukatı olarak hissettiğim için olabilir mi? neden olmasın.

devam etmek gerekirse;

" Köşemde manen çürümüş, çevreden, canlı yaşamdan kopmuş, yeraltında kendi yarattığım kine boğulmuş olarak, yaşama nasıl yan çizdiğimi uzun uzadıya anlatmanın hoşa gidecek nesi var? Sonra romanda bir kahraman istenir, oysa benimkinde, inadına, bir kahramanın karşıtı olan bütün özellikler bir araya toplanmış. İşte bu yok mu ya, bizim gibileri anlamanın en kestirme yoludur. Çünkü bizler, az ya da çok, yaşamak alışkanlığını yitirmiş, aksaya aksaya yürüyen insanlarız. Hem de gerçek "canlı yaşam"dan tiksinecek, onun lafını bile işitmek istemeyecek kadar yaşama yabancılaşmışız. Bu yabancılaşmayı; "canlı yaşam"ı bir iş, bir görev sayarak, onu kitaptan öğrenmeyi üstün tutacak dereceye vardırmışız. "

bu notlara dikkat çekmek geldi içimden.
taa yeraltından sesleniyorum.
duyun sesimi!

30 Ağustos 2010 Pazartesi

misilleme



okan bayülgen'in rock ansiklopedisindeki eksik parçayı ortaya çıkarttık.
böyle olması gerekirdi, diye düşünüyorum :P

18 Ağustos 2010 Çarşamba

bir başyapıt'a denk geldim

sayılan günler azaldıkça, sanırım bilinçsiz olarak zaman geçirme amaçlı, dandik flmler yerine kafayı iyice zora sokacak, düşünceler denizinde sağlam gezintilere çıkaracak çalışmaları tercih eder oldum. bu duruma örnek oluşturabilcek son film, charlie kaufman sevimlisinin (insan demeye dilim varmadı) ilk yönetmenlik çalışması olan, 2008 yapımı "Synecdoche, New York" oldu. daha önceleri müthiş yazar kimliğiyle tanıdığımız kaufman'ın (bknz. eternal sunshine, adaptation, confessions of a dangerous mind)yine yazarlığının yanında, ilk yönetmenlik denemesi olması açısından da bünyede bir heyecan yarattığı gerçeğini saklamamak lazım sanırım.


yine filmin konusunu hiç bilmeden dalınca, ilk beklenti new york şehrine dair bir hikaye ile karşılaşacağımız yönünde oluyor tabi "normal" olarak. gelin görün ki kaufman bu filmde, bir tiyatro yönetmeninin hayatını, yaşadıklarını, bilhassa trajedilerini nerdeyse 1-1 sahneleme yönündeki aşırı kompleks amacının içerisinde seyirciyi kafa patlatmaya yönlendiriyor. filmin ilk bölümünde herşey gayet akıcı, zamansal ve mantıksal bir kurguyla ilerlerken, ikinci bölümde süregiden gerçeklik ve ana karakterin gerçekliği arasındaki paradoksda kaybolmamak elde değil. başrolde, tiyatro yönetmeni olan caden cotard rolünü Philip Seymour Hoffman gerçeküstü bir şekilde canlandırıyor.


hikayenin genelinde, karısının kendisini terk etmesi üzerine, 30lu yaşlarının sonlarında olmasına rağmen anlamlandıramadığı hayatını, bütün yaşadıklarını sahneye aktararak anlayabileceğine inanan bir tiyatro yönetmeninin bu yöndeki sıkıntılı çabası anlatılıyor. sonuçta gerçeğin 1-1 aktarılabilip aktarılamayacağından tutun, bireyin hayat içerisinde ne kadar da "küçük" ve önemsiz olduğuna ve ölüm kavramına kadar bir çok temel sorunu var bu hikayenin. filmin bir yerinde bu oyuna "simulacra" ismini vereceğini söylüyor yönetmen. nedir peki simulacra (simulacrum)?

antik yunandan beri tartışılagelen "gerçeğin yansıması" durumuna simulacra deniyor felsefede. bir çok farklı yaklaşım olmakla beraber, beni en çok ilgilendiren ve bu filmle ilişkilendirebileceğimiz, fransız düşünürler jean baudrillard ve gilles deleuze'ün yaklaşımlarıdır sanırım.












babalara dikkat!

kabaca bahsetmek gerekirse; ilkine göre artık gerçeklik göndergeleri olmayan referanslardan oluşmaktadır. Kısacası gerçeklik bir hiper-gerçeklik durumu kazanmıştır. bu duruma göre gerçeklik sürekli yeniden üretilebilen bir olgu durumuna gelmiştir. deleuze'de ise simulacra; farklı olanın farklılıkları sayesinde farklılaştığını savunduğu bir sistem haline gelir.












bu sahneye dikkat!

bu iki yaklaşımdan yola çıkarak (ki bu yaklaşımları göz ardı ederek ve tam anlamıyla "ayık" bir kafayla bu filmi izlemek hata olacaktır; keza sonu gelmez öyle diyim), filmin içeriğinde gerçekleştirilmek istenilen yönetmenin hayatının yansıtılması durumu gerçeğin üstüne çıkan bir olgu haline gelir. böylece hangisi gerçek, hangisi gerçeğin yanısıtılması ve hangisi hangisini gerçek anlamda etkilemektedir? gibi bir dünya soru kafada dolanırken, yönetmeni de yönlendiren bir ses:

"die!"(öl!).

11 Ağustos 2010 Çarşamba

*skerim anlıyomusun!

34 gün kala elime şöyle çalışmalar geçti.
eğlenceli gözüküyordu, paylaşmak istedim.
yorumsuz.







bir gün gelecek,
bir gün kalacak.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

bay hiçkimse


"hiçbir şey gerçek değil, herşey mümkün" diyordu mr. nobody isimli filmin tanıtıcı sloganı. 2 saat 10 dakika süren bir görsel-zihinsel şölenden sonra kafamın içinde slogana inat "hepsi gerçek, hepsi mümkün" diye bir düşünce bağıra çağıra gezmeye başladı tabi ki. hayat dediğimiz sadece bir kere yaşadığımız ve tercihlerimiz sonucunda ilerlediğimiz, tek bir yol mudur ki aceba? yoksa aynı ve / ve ya farklı zamanlarda, farklı hayatları sürdürebiliyor olabilir miyiz ki? birinde aldığımız kararların sonucunda bir diğerinde bütün taşları yerinden oynatıyor olmayalım? sonuçta bu ve benzeri soruları kafada döndürdükçe döndürmek; ve bir türlü tatminkar bir cevap bulamamak hoşunuza gidiyorsa, bu filmi mutlaka izleyin derim.

filmi çekici kılan bir başka durum da (bakın baştan söylüyorum: gay değilim, ama bu herifi oldukça beğeniyorum :P) daha önceden beyaz perdede requiem for a dream, fight club ve american psycho gibi başarılı yapımlarda izlediğimiz ve 30 Seconds to Mars isimli emo-core grubunun lead vokali Jared Leto beyefendinin ta kendisi. hani "allah sahibine bağışlasın" denir ya bizim kültürde, aynen o durumdaki bir insanevladı bence kendisi. bu filmde de nemo nobody isimli karakterin, çocukluğundan ölümüne kadar yaşayabileceği farklı hayatların öykülerini başarıyla yansıtmış. birbirinden farklı saç kesimleri ve tarzlarla tam bir Jared Leto show izliyomuş gibi hissettim kendimi.


evet, sanırım saçlarım böyle gözüksün istiyorum


bütün krediyi başrole atfetmek de bu film için büyük ayıp olur. keza, 1975 belçika doğumlu yönetmen Jaco Van Dormael'in, bu filme sürreal bakış açısını katması ve renklerle bir ressam edasıyla oynamış olması açısından çok değerli bir yönetmenlik ortaya koyduğunu söyleyip; onun da hakkını teslim edeyim. mr. nobody öncesi çalışmalarına vakıf olmasam da, bundan sonra çekeceği filmlerin şimdiden meraklı takipçisi olduğumu eklemeliyim.

izleyin!


NÖBET TUTAN ARKADAŞ!

BEKLEDİĞİN; NE ARAÇTIR, NE TOPRAKTIR, NE TAŞTIR.
BEKLEDİĞİN; KARDEŞİNDİR, EVLADINDIR, YUVANDIR.
BEKLEDİĞİN; TARİHİNDİR, NAMUSUNDUR, ANANDIR.
BEKLEDİĞİN; ŞEREFİNDİR, ÖZÜNDE VATANDIR.


yeah,
right.

NOT!

31 Temmuz 2010 Cumartesi

iki gün, iki film

110 günlük van deneyiminde artık sıra "filmi sinemada (sinema salonu anlamında - teşbih) izlemek gerekir" başlığına gelmişti. açıkçası bu başlık için bir süredir adam gibi bir film gelmesini bekliyordum ne yalan söyliyim. bu konuda doğru tercihi, dün itibariyle christopher nolan'ın son çalışması "inception"la gerçekleştirdim. filmin konusuna dair hiçbir bilgi sahibi olmadan, sadece yönetmen ve başrolünü bilerek gittim. bu koşulun sağlandığı durumlarda, genelde olduğu gibi yine acaip keyif almış, beynim tokatlanmış bir şekilde terkettim salonu.


uzun süredir hem yönetmenliğinden, hem oyuncu kadrosu ve performanslarından, hem de senaryosundan bu kadar tatmin olduğum bir film hatırlamıyorum desem abartı olmaz. filme dair uzun uzun zırvalamak yerine, sadece bolca tavsiye ediyorum. özellikle Leonardo DiCaprio ve Joseph Gordon-Levitt faktöründen ötürü genç kızlara, temelinde yatan bilinçaltı ve mimari hikayelerinden ötürü de sosyal bilimlerle ilgilenenlere ve mimarlara ciddi anlamda öneriyorum bu filmi. hatta siz, an itibariyle büyük şehirlerde yaşayanlara bu filmi imax teknolojisinin imkanlarıyla izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. bilhassa bazı özel sahneleri için keyfin doruklarına ulaşacağınızı iddia bile ediyorum utanmadan.

ne? biri escher mi dedi?

hemen bir gün sonra, daha az aksiyonlu ama bir o kadar karanlık bir film izleyerek haftasonumu karartma kararı aldım. ve oturup roman polanski'nin bu filmle berlin'den kazandığı gümüş ayı ödülünü, isviçredeki ev hapsinden çıkamadığı için alamadığı son çalışması "the ghost writer"ı izledim. robert harris tarafından kaleme alınmış; eski bir ingiliz başbakanının hayat öyküsünü yazmak için, halefinin intiharı üzerine tutulan bir hayalet yazarın (ki bu filmle öğrendim başkalarının biografilerini yazanlar için böyle bir tabir kullanıldığını) kitabı toparlama sürecinde yaşadığı gergin olayları anlatıyor film.


hikayede bahsi geçen eski ingiliz başbakanı adam lang olarak şifrelenmiş olsa da, richard harris'in bu kitapta tony blair'in hayatını anlattığını savunan bir çok yazıya denk geldim. Ewan McGregor hayalet yazar rolünde oldukça başarılı bir portre sergilerken; eski başbakanı son Bond'lardan Pierce Brosnan oynuyor. oyuncuların ve yönetmenin performansına ek olarak, hikayenin satır aralarında hissedilen gergin noktalar da filmin etkileyici gücünü arttırıyor. bilhassa hitchcock tarzı gerilimden hoşlananlara kafadan tavsiye ederim.

insan koskoca eski ingiliz başbakanına kafa tutar mı? o insan değil; obi van!

16 Temmuz 2010 Cuma

bir dünya kupası daha geçti gitti

nerdeyse 1994'de kuzey amerika'da gerçekleştirilen finallerden beri heyecan, keyif ve bilinçle takip ettiğim dünya kupası bu yaz sıcağında, kış şartlarının baş gösterdiği güney afrika'da başladı, şafaktan bir ay gibi ciddi bir süre attırdı, ve maalesef bitti.

dünya kupası böyle başlamıştı

genel olarak seyircide nefret uyandıran vuvuzela seslerinin, hakemlerin ciddi hatalarının(offside'dan atılan ve offside diye verilmeyen golleri unutmayalım, unutturmayalım!), güney amerika takımlarının başarısızlıklarının (uruguay'ı ayrı tutuyorum ki favorilerimdendi) ön plana çıktığı bir dünya kupası final serisi izledik. sonuç olarak oynadığı futbol ile ispanya'nın ipi göğüsleyerek; modern futbol anlayışında takım oyununun ve beraberinde katı savunma ile uyumlu orta saha futbolunun ne kadar önemli olduğunu kanıtladığı bir turnuva oldu bu sanırım. (futboldan çook anlarmışım gibi konuşmak da istemem doğrusu, ama söylediklerimde doğruluk payı var gibin)

sok g*tüne töbe töbe bir maç izlettirmediniz a.q.

2010 dünya kupası finallerini askeri şartlar altında takip ettiğimi düşüncek olursak (tepedeki fotoyu saymazsak) maçların içeriğinden, oynanan futboldan ve benzeri futbola dair konulardan ziyade maçların izlendiği karargah yemekhanesinde vuku bulan muhabbetlerin içerikleri, yaşananlar, vb. daha unutulmaz oldu benim için:

dünya kupası maçını izlemeyi 80 yapımı, dandik steve martin komedisi izlemeye tercih eden devrelerimle yaşadığım münakaşa, her kaçan pozisyonun ardından topluca kükrenen "amua koyim" nidaları, "ezilen toplumları destekleriz biz" mantığıyla sonuna kadar alkışlanan gana milli takımı, uruguay'lı forlan'ın her şutunda heyecanla yerimden zıplamam, başka bir devremin iddiada 3 maçı tutturarak bize ısmarladığı magnumlar, her maçın mutlaka 65.dakikalarında topluluk içinden çıkıp, "türkiye yok ya, hiç bi maç bi boka benzemiyor" atışında bulunan ve futboldan zerre çakmayan anonim eleman(lar), ve daha birçokları.

genç kızların gözdesi forlancan. beni de bi nebze heyecanlandırdığını(futboluyla tabi ki)itiraf etmem gerek :) e turnuvanın en iyi futbolcusu seçildi. boru değil!

keşke bitmeseydi, iyi ki burdayken oldu. askerlik anısıysa, al sana askerlik anısı. bu finalleri de artık asla unutmam. aynen 2006 finallerini asla unutmayacağım gibi.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

daha iyi bir zamanlama olamazdı.

dün gece nöbetin bitmesine 20dk kala (23:40) nihayet, bütün akşam dandik kanallarda bizi süründüren elemanın elinden kumandayı alabilmiştim. özlemle önce cnbc-e'ye, ardından hızla e2'ye baktım. ilkinde ne olduğunu hatırlamıyorum, ama e2'de jay leno'nun tekrarı vardı. "oh be uzun zaman olmuştu izlemeyeli" diyerek milleti anında tv'nin karşısından kaldıracak hareketi yapıp, izlemeye koyuldum. (herkes mi ingilizceden nefret eder askerde, altyazı takip edemez? e öle işte) neyse jay leno konuğum steve carell deyince ayrı bir sevindim ki o anda reklamlar giriverdi. tam duruma küfredicekken (ki saat 12 olunca nöbet bitiyo ve yemekhaneyi boşaltmak gerekiyor) bir süredir cumartesi geceleri 12 olunca e2'de yayınlanan "bored to death" isimli dizinin tanıtımıyla karşılaştım.



bir süredir devam eden sıkıcı durumumun vehameti ve bununla ilişkilendirilebilecek ismiyle olsun, başrol oyuncuları Jason Schwartzman (bilimum wes anderson çalışmasından hatırlanabilir) ve Zach Galifianakis (hangover'daki müthiş performansı unutulmamalıdır)'in şimdiye kadar ortaya koydukları işlere olan inancım olsun ve tabiki de bir hbo yapımı olmasıyla bu dizi sadece 1,5 dklık tanıtımıyla bir anda ilgimi çekti.

az önce ilk bölümü "stockholm syndorme"u izlememle de bünyede şu sıralar baş gösteren takip edilesi dizi eksikliğini ilk bölümüyle kapamaya aday oluverdi. konusu itibariyle vasat bir yazar olan Jonathan Ames (ki kendisi dizinin yaratıcısı da oluyor)'in çok fazla beyaz şarap ve marijuhana tüketmesi sonucu sevgilisinin kendisini terk etmesini takiben craigslist'e (who the fuck is craig?) özel dedektif olduğuna dair ilan vermesiyle birlikte olayların gelişimine şahit oluyoruz. (ne uzun ve düşük bir cümle olmuş)

sanırım her bölümde yeni bir olayı çözerken, bir yandan da sıçışlarda olan yazarlık kariyerine malzeme toparlaycak mr. ames. şu dizi bakımından kurak dönemde ilaç gibi geldi doğrusu. umarım ileriki bölümlerde ilgi çekiciliğini kaybetmez. şimdi 2. bölüm, "the alanon case"e başlıyorum. hadin hayırlısı.

diziyi gayet güzel anlatabilcek kare

7 Temmuz 2010 Çarşamba

nooldu bunlara yahu?

yaban ellerde, 90'ların ikinci yarısında patlak veren boyband, girlband çılgınlığı her tür, piyasaya yönelik "gavur" icadı gibi ülkemizi de etkilemişti hatırlarsanız. o dönemde patlak veren iki müthiş örneğimiz; dönemin acaip pop ikonu yoncimik'in zorlamasıyla mı desem, desteğiyle mi desem, "bir kaç iyi adam" ve "çıtır kızlar" olmuştu.

"birkaç iyi adam, gidiyordu "merkeze"
birkaç iyi adam, "öptürecekti" herkese"


diyebilirsiniz ki "ne alaka, nerden çıktı?" o da ayrı bir hikaye. şöyle ki google'dan nekropsinin yeni albümünün kapak görselini ararken karşıma birkaç iyi adam'ın yukarıdaki albüm kapağı çıktı.(google'da böyle yapıyorsa ben daha ne yapmiyim!) bunun üstüne retro bir hissiyatla "nasıldı bunların şarkıları yahu?" diye düşünmeye başladım sabah sabah. sözlerdeki zerafete, sanatsallığa gel:

Berbat bir gün geçirdik.Lastik filan patladı
Yağmur yağdı üstüme.Yeni gömleğim ıslandı.

Benim kızım başkasına benzemez.Geç kaldım diye üzülmez.
Yanıyordur dudakları. Benden başkası söndüremez.

"iyi kızlar cennete, kötü kızlar her yere(wtf?)
çıtır kızlar nereye, nereye de giderler?"


neyse kısa tutup, diyceğim o ki; nooldu bu "fenomenlere"?
neden tutunamadılar? oysa o kadar da kaliteli işler çıkarmışlardı zamanın koşullarına göre. (seriously?) var mı farklı düşünen?

5 Temmuz 2010 Pazartesi

adalılar işini bilir

ortaokuldayken bir adet din hocamız vardı bizim (hanginizin yoktu ki) kendisi hatta aynı dönem okulun müdürüydü de. neyse bu her ders 3x din kültürü ve ahlak bilgisinden bahsediyoduysa; kesin 2x'de İngilizlere bok atmakla, dünyadaki bütün kötülüklerin İngilizler tarafından hayata geçirildiğine bizi inandırmakla geçiriyodu zamanı. 3x'lik konuya zaten inanmadığım gibi, 2x'lik bölüm de hep canımı sıkardı bir şekil, ki daha o zamanlar pink floyd'du, beatles'dı, led zeppelin'di, radiohead'di de bilmezdik hani.

sonradan sonradan bunlarla ve daha birçoklarıyla tanışdık elbet o ya da bu vesilelerle. ama asıl soru bu saydıklarımdan ziyade, acep o hocamız hiç İngiliz komedisi, bilhassa dizi (sit-com) formatında, izlemiş miydi? bi çoğunuzun british humour olarak bileceği tarzdan; bu tarzın adamı soğuk kelime esprileriye (iklimden doğru diye düşünülebilir), taşı gediğine zart diye oturtan karakterleriyle kırıp geçirebilen örnekleriyle hiç haşır neşir olabilmiş miydi acaba? bu retorik soruların cevabını tabi ki hepimiz biliyoruz.

yine de ola ki aranızda da hala takip etmemiş olanlarınız var ise bu acaip işlerden bi iki bahsedip, uzaklaşıyim diyorum buralardan.

öncelikle amerikalıların erken farkedip ellerine geçirdikleri "the office" var tabi ki. ingiliz komedisinde son zamanların büyük dehalarından Ricky Gervais'in her türlü kamera önü ve arkasını şekillendirdiği bu gerçekçi ama bi o kadar fantastik ofis hikayesini henüz ingiltere'de 2.sezonunun tamamlanmasıyla birlikte amerikalılar ele geçirdi. ha onlar bu mirası kötü mü devam ettirdi? hiç de öyle diyemeyiz, keza Steve Carell Gervais'den aldığı bu müthiş karakteri daha da tepelere çıkarttı sanırım.



hangisi daha komik? bilemedim.

yine sayın Gervais'in "extras" isimli çalışması daha az ilgi çekmiş olsa da her bölümünde davet edilen misafir ünlüleriyle olsun, gerçekçi tavrıyla olsun kesinlikle takip edilmeye değer bir dizi.
3 sezon devam etmiş olan dizide film setlerinde çalışan figüranların gerçekçi hayatlarına girme imkanı buluyoruz. tabi bu işler, sayın Gervais'in nispeten Hollywood'a transferiyle daha ön plana çıkan çalışmalar. bi de geride kalmış olanlar söz konusu.

diziye konuk olmuş oyunculardan ufak bir seçme

ingilizler bu tarzda muhabbeti tadında bırakmayı da çok iyi biliyorlar. genelde 20 ila 30 dk. süren bölümlerin toplamı da 3 sezonu geçmiyor. bu tarza bir başka güzel örnek 2000 yapımı "black books" eksantirik, insan sevmeyen, kitap dükkanı sahibi bernard black'in(Dylan Moran) ilk bölümde yanına yardımcı olarak aldığı manny (Bill Bailey) ile beraber yaşadıkları gündelik maceralarına tanıklık ediyoruz. dizinin yaratıcısı da olan dylan moran 71 doğumlu bir irlandalı. yani ada'nın kanı onda da gayet mevcut.

"Don't you DARE use 'party' as a verb in this shop!"

bir başka takip edilesi çalışma, yine hollywood'la oldukça flört halinde olan Simon Pegg'in "spaced"i. bu dizide de sevgilisi tarafından evden atılan, çizgi roman çizeri Tim Bisley (Simon Pegg) ile kendine bir türlü yaşayabileceği bir ev bulamayan, yazar adayı Daisy Steiner(Jessica Hynes)'ın evli rolü oynayarak bir daire kiralamalarıyla başlayıp, çevrelerindeki diğer karakterlerle yaşadıkları maceraları izleyebiliyoruz. sürekli popüler kültür referanslarıyla dolu hikayenin bilhassa 2. sezonunda bu referansları bariz bir şekilde ekranın altında gösteriyor olmaları da oldukça keyifli.


"bu ikiliye dikkat etmek lazım!"

en ağır topları sona bıraktım tabi ki: ilki, Julian Barratt ve Noel Fielding ikilisinin müthiş karakterler Howard Moon ve Vince Noir olarak karşımıza çıktıkları "might boosh" bu acaip dizi içerik olarak iki hayvanat bahçesi görevlisinin başlarından geçen real ve sürreal olayların, oldukça başarılı bir kurguyla ekrana yansıtılmasından öteye gitmiyormuş gibi gözükse de her bölümde ikilinin duruma uygun olarak besteleyip, performe ettikleri farklı genre'lardan şarkılarla tam bir görsel ve işitsel şölene dönüşebiliyor. zaten bu ikili mevzu-bahis dizi projesi öncesinde beraber bir radyo programı ve akabinde çıktıkları stand-up turnesiyle adada isim yapmışlar. bizdeki müebbet muhabbet (bknz. cenk&erdem) kafalarındalar.

"Lost in the blinding whiteness of the tundra"

ikinci ve son olarak, ki en baştan beri bahsetmek istediğim; büyük bir şirketin IT bölümünde görev yapan 3 birbirinden alakasız karakterin traji-komik durumlarından bahseden "IT Crowd" dizisi. bir hafta, on gün önce 4.sezonuna başlayan dizi bilgisayardan hiç anlamayan bölüm başkanı Jen (Katherine Parkinson)'in konuya fransız yorumları ve sakarlıklarıyla; bilgisayar uzmanları Moss (Richard Ayoade) ve Roy (Chris O'Dowd)'un artık konuya iyice yabancılaşmış tavırları ve gündelik hayatta başlarından geçen komik olaylarla kırıp geçirebiliyor. bilhassa moss karakterinin anti-sosyal ve "normal"e göre problemli varoluşu ile roy'la oluşturduğu zıt tabanlı ekip ruhu bile bu diziyi takip etmek için yeterli sebep olarak düşünülebilir. bir dönem digitürkün hangisi olduğunu bilmediğim bir kanalında yayınlanan bu diziyi de "şiddetle" tavsiye ediyorum.


soldan: Moss, Jen, Roy

sonuçta bir çok konuda olduğu gibi adalılar bu işi de çok iyi biliyorlar ve uzun bir süredir de başarıyla sürdürmeye devam ediyorlar. yukarıda saydıklarım benim şimdiye kadar fark edip, takip ettiklerimden bir seçmeydi. eminim ki çok daha fazlası mevcut bu adamların ellerinde. bunların dışında sizin bildikleriniz varsa paylaşmaktan çekinmeyin lütfen. evet uzuncana bir blog entry'si olmuş ama umarım birilerinin işine yarar.

4 Temmuz 2010 Pazar

Jack Bauer'ı özleyen var mı?

geçtiğimiz mayıs sonlarında nihayet huzura eren jack bauer'ın 8 sezondur devam eden terörizm karşıtı maceralarını takip eden de, etmeyen de kendisinin ne kadar nev-i şahsına münhasır bir amerikan ajanı olduğunu bilir sanırım. günler ve saatler boyunca o bomba senin, bu başkana süikast girişimi benim koşuşturmuş; sürekli "thousands of lives are at stake" ve "you are gonna have to trust me on this" gibi beylik laflar edip, hayatlarımıza müthiş bir klişe olarak kazınmış bir karakter artık kendisi.

"madem emekli olduk sakalı da bırakırım artık!"

tabi konum bu değil, keza kendisi artık hafif hafif de olsa hayatlarımızdan çıkmaya başladı. gel gör ki jack bauer'ın ünlü sorgulama tekniklerinden haberi olmayan ve özlemeyen yoktur diye düşünüp, konuyla oldukça alakalı olduğuna kanaat getirdiğim bir filmden kısaca bahsedeceğim.

Unthinkable

şöyle ki filmimiz herhangi bir 24 sezon hikayesinin 1,5 saat içerisinde geçen versiyonu gibi. gayet B sınıfı bir yapım. kabaca konudan bahsetmek gerekirse; eski ordu mensubu, kafayı aşırı dincilikle bozmuş bir amerikalı'nın "3 şehire nükleer bomba koydum. gelin beni yakalayın, icabında işkence edin ama yerlerini size asla söylemem" durumundan ibaret. konu çok yavan gibi gözükse de hikaye ilerledikçe neyin etik, neyin gerekli olduğu klişe soruyla bol bol karşılaşıyoruz.

ama asıl bu filmin etkileyici unsuru; aşırı dinci terörist Steven Arthur Younger'ı canlandıran Michael Sheen'le, karşısındakinden her türlü bilgiyi, her türlü sorgulama metoduyla (biraz kibar oldu bu, bildiğin işkence işte) alabilceğine inanan Henry Herald 'H' Humphries karakterine hayat veren Samuel L. Jackson'ın müthiş oyunculukları olduğunu söylemem gerekir. bu ikisinin yanında kafa olarak sürekli arada kalmış fbi ajanı rolünde Carrie-Anne Moss'da işte idare eder bir görüntü çiziyor film boyunca.


"çizerim bak, nerde bombalar ulen!!!"

sonuç itibariyle, aranızda jack bauer'ı özleyen varsa ve çeşitli grafik işkence unsurlarına midesi dayanabilcekse bu filmi gayet de öneriyorum. ahandu filmin detaylı bilgisi için de kutsal sitelerimizden imdb sayfası. izleyin H'i ve jack bauer'ın yerine göre ne kadar da insaflı olduğunu farkedin.
"hakim bey millet kesiyo, biçiyo. siz halen benlen uğraşın. hem bu da mı gol değil?"

27 Haziran 2010 Pazar

özlemlerim

insan özlüyor istese de istemese de. ufağından bir seçki benimki pazar pazar.ilgilenen olursa,

bu zibidiyi çok özledim




bu manzarayla ortadaki aleti de çok özledim



ama en çok burda koyduğum ve fotosunu bulamadığım dostlarımı özledim sanırım


bu da benim kadar özleyen varsa diye benden bir van gölü kenarı karesi



neyse öyle bir özlem gidermek niyetine.